1378 gündür Kıbrıs’ta yaşıyorum; yani üç yılı çoktan devirdim. Bu süre zarfında yalnızca bu adada yaşamadım, aynı zamanda onun seslerini de dinledim. Rüzgârın denize çarptığı yerlerde, sabahları kuş seslerine karışan ezgilerde, bir meyhanede çalan klasik bir Zeybekiko ya da bir düğünde duyulan “Feslikan” türküsünde adanın hem geçmişini hem de bugünkü bölünmüşlüğünü duymak mümkün oldu.
Şimdi size hem yaşadıklarımdan hem de duyduklarımdan yola çıkarak biraz Kıbrıs’tan söz etmek istiyorum.
Adanın İlk Melodileri
Kıbrıs denince akla ilk olarak başkent Lefkoşa gelir, ardından Girne… Sonra bir şarkı çalar kulağınızda: “Mağusa Limanı, limandır liman…”
Ama o “Mağusa” değildir aslında. “Magosa” hiç değildir. Doğru adı “Gazimağusa”dır. Tıpkı bir türkünün sözünü yıllarca yanlış bilip, sonradan doğrusunu öğrenmek gibi.
İnsan bu adayı yaşadıkça, duydukça ve dinledikçe fark ediyor: isimlerin, sınırların, kimliklerin çok ötesinde bir ezgi var burada. Ama bu ezgi, yıllar içinde çatallaşmış, bölünmüş, birbirine yabancılaşmış.
Kimin Bestesi Bu?
Adanın tarihi de bir senfoni gibi: farklı enstrümanlar, farklı melodiler ama kimi zaman birbirine zıt, hatta çatışan akorlar. Bu senfoninin bölünmüş kısımlarını İngilizler yazmış sanki. Rumlar da Türkler de kendi solo partilerini çalarken, orkestra dağılmış.
Adada geçirdiğim süre boyunca yaptığım gözlemler ve araştırmalar doğrultusunda, Kıbrıs’ı karıştırarak bugünkü bölünmüş yapının temelini atanların İngilizler olduğunu söyleyebilirim. Rumlar da Kıbrıs Türkleri de özünde masum insanlar olmalı. Zaten dünya üzerinde İngiliz’in girip de karmaşa çıkarmadığı bir yer neredeyse yoktur. Bu, bana göre tartışmasız bir gerçektir.
Kıbrıs Türkü mü, Anadolu’nun Yankısı mı?
“Kıbrıs Türkü” ifadesini kullanıyorum ama aslında böyle bir kimlik tarihsel olarak kendi başına oluşmamıştır. Bu, doğrudan doğmuş bir melodi değil; zaman içinde Türkiye’den gelen notalarla şekillenmiş bir beste. Yani adadaki melodinin teması, Anadolu’dan alınmış motiflerle oluşmuş. Sonuçta insanlar bir adanın ortasında kendiliğinden var olamaz; mutlaka bir yerlerden göç etmişlerdir. Bu göçün Türkiye üzerinden gerçekleştiği oldukça açıktır. Dolayısıyla bugün Kuzey Kıbrıs’ta yaşayanların çok büyük bir kısmı, teknik olarak Türkiye Türküdür.
Bu bilgiler ışığında, Kuzey Kıbrıs’ın Türklere ait olduğunu söylemek mümkün olabilir. Ancak ada genelinde nüfusun çoğunluğunu Rumlar oluşturuyorsa (ki öyle görünüyor), adanın yönetiminin de onların elinde olması, teknik olarak sakıncalı sayılmamalı. Tıpkı bir orkestra içinde keman sayısı fazla olduğunda, melodinin onlardan yükselmesi gibi.
Türkiye ve Kıbrıs: Aynı Ezgide İki Ritim
Bir önceki paragraf aslında Türkiye’nin mevcut durumu için de bir örnek teşkil ediyor. Kürtler, Türk nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturuyor olmalarına rağmen aynı sınırlar içinde Kürtlere ve Türklere ait ayrı ülkeler yoksa, Kıbrıs’ta da belli bir oranda Türk nüfusu bulunuyor diye “Kuzey Kıbrıs” adında ayrı bir ülkenin varlığı normal şartlarda gereksiz olmalı.
Müziğin dili evrenseldir. Tıpkı halkların iç içe geçmiş hikâyeleri gibi. Kimi zaman birlikte çalınır, kimi zaman farklı ritimlerde. Ama sonunda kulakta kalanı, birlikte üretilmiş ezgidir.
Bir Veda Şarkısı mı, Yoksa Yeni Bir Beste mi?
Bu yazının temel amacı, Türkiye’nin uzun yıllardır adada “konuk sanatçı” değil, “sahneye yerleşmiş baş solist” gibi davranmasının artık sürdürülemez oluşunu göstermek. Her eserin bir tonu, bir ruhu vardır. Bu adanın ruhunu, bu adanın halkları birlikte yazmalı. Elbette bu, geçmişte yaşanan acı notaların bir daha çalınmayacağına dair güvenceyle mümkün olabilir. Yoksa tekrar aynı melodiye dönüp dururuz: ağır, hüzünlü ve bölünmüş.
Final: Sessiz Bir Nota
Gazimağusa’nın akşamında yankılanan bir saksafon sesiyle, Girne kıyısında çalan bir gitar ezgisiyle, Lefkoşa’nın sokaklarında kaybolan bir melodiyle vedamı yapıyorum.
